untitled
İnsanlar. Tüm dünyadaki canlıların içinde tek cezalı varlıklar. Tabi bir cezanın olması için de önce bir suçun olması gerekiyor. E suçları da buna göre evrimleşmek. Bir şeyleri arzulama, direnme, gelişme, ilerleme ve işleme suçlarının sonucunda yüksek bilinç ve öz farkındalık cezasını çeken varlıklar… Devasa dünya tarihi boyunca toz zerresi gibi bir tarihe sıkışmış insanlar… Hep bir kargaşa, hep bir telaş. Bir yere varmak istiyor gibiler. Ama bir yere varmak için öncelikle yol lazım. Bunun illa belirlenmiş bir yol olmasına da gerek yok. Kendin de çizebilirsin yolunu. Ama nihayetinde bir yola varırsın. Yolu olmadan ilerliyor insanlar. Zifiri karanlıkta yürümek gibi. Bazen küçücük bir mum ışığı oluyor yanlarında. Bir nebze de olsa görebiliyorlar önlerini. Ama böylesine tehlikeli bir yolda böyle bir risk alınabilir mi?
Gök Gürültülü Sessiz Yağmurlarız
Gök gürültülü sessiz yağmuruz. Usulca toprağa iniyoruz doğa canlansın diye. Biz de istemiyoruz aslında bunu ama bulut bırakıyor bizi. Bulut bırakıyor ve yeryüzü çekiyor. Gönülsüzce ıslatıyoruz etrafı. Sessizce akarken gök gürlüyoruz. Neden böyle bir çelişkideyiz biz de bilmiyoruz. Kimisini korkuturken kimisini huzurlandırıyoruz. Kimisini perişan ederken kimisine hayat veriyoruz. Ama neden bunu yapıyoruz biz de bilmiyoruz. Aslında bir günahımız olmadı. Niyetimiz iyiydi. Ama bulut terk etti bizi. Neden terk etti onu da bilmiyoruz. Kimisi güzel çiçeklerin sıcak yapraklarına düşüyor. Kimisi romantik bir çiftin huzur dolu saçlarına. Biz öyle değiliz. Biz biraz da rüzgarda savruluyoruz, rüzgar da bilmiyor neden savurduğunu. Siyah kapüşonlu derbeder insanlara düşüyoruz biz. Kapüşonu kadar zihin bulutları da simsiyah olmuşlara.
Gök gürültülü sessiz yağmuruz. Gürlüyoruz bazen, evet. Ama sessiz yağmuruz. Gürlüyoruz evelallah ama doluyoruz da gürlüyoruz. Bilirsiniz kendi halinde akan tüy gibi hafif bulutlarız biz. Doldurmasalar diyar diyar gezeceğiz. Hem gürlemeye ne gerek ola. Kendi yolunda akan gider bir nehir gibi olacakken tükenmiş bir insanın sıkışmış ruhu gibi olmayı biz neden isteyelim ki.
Gök gürültülü sessiz yağmuruz. Sessizliğimizi görmezden gelip gök gürültümüze kızarlar bizim. Işığıyla aydınlatır da sesiyle korkuturuz. Yağmadığımıza ayrı, yağdığımıza ayrı sitem ederler bizim. Bakmayın bizim gök gürültülü sessiz oluşumuza. Biz de çok özleriz, biz de çok kederleniriz, biz de ister ama kavuşamayız. Kavuşmak yazgımızda yoktur zaten. Öylece süzülür, sessizce izleriz olup biteni. Minnet duyar buruk bir gülüş bırakırız.
Gök gürültülü sessiz yağmuruz. Bakmayın böyle gök gürültülü sessiz oluşumuza. Bazen gelirler bize. Nereden gelir, nereye gider bilmeyiz. Çaktım mı çakarız, yaktım mı yakarız. Aşkına ihanet edilen bir kalbe düşen ateş gibi düşeriz dünyaya o gözlerdeki parıltıyla. Bir anda aydınlanır ya her yer. Hoşuna gider ya bazılarının. İşte o anlık ışığımız, yılların yorgunluğunun sıkışmasıdır. Sıkışmasa sesimiz çıkmaz zaten. Yakmayız etrafı. Çarpmayız insanları.
Elma’dan Sonrası Yalnızlık
Yalnız bir adam. Hayır öyle sıradan, herkesin “ben çok yalnızım” dediği türden değil. Harbi yalnız. Çok okumuş çok araştırmış. Kimsesi kalmamış. Aksi, inatçı ve huysuz fakat bir yandan da cana yakın, samimi ve içten bir kişiliği var. Yapısından dolayı iletişimden, kişilerden, insanlıktan kaçan biri. Durum böyle olunca kimse yaklaşmamış. Yaklaşsa da duramamış yanında. Bu da durumun böyle oluşunu kabullenmiş artık. Zaten kaçınıyor girmiyor iletişime. Kabullenmiş o yüzden, anlamış artık yalnız olduğunu. Ruhu giyimine de yansımış. Eskiden kendinin farkında değilken renkli renkli, çeşit çeşit kıyafetler giydirilmiş ona. Artık siyah. Yabancı da değil siyah. Her gece baş başa kalıyorlar, uzun zamandır beraberler zaten. En yakın dostu olmuş gibi ama dost da olmuyor siyah. Yanında duruyor onun siyah ama hiç yanaşmıyor ona, tıpkı kendisi gibi. Siyah giyiniyor o yüzden. Renk diye bir kavram yok onun aklında. Belki gece ışığında yüzüne yansıyan kitap sarısı, belki de yemekten tek zevk aldığı elmanın soluk kırmızısı. Zaten onları da ne sayfadan ne elmadan biliyor. Sarıyı bedeninden, kırmızıyı kanından. Renk körü gibi bir şey. Ama bunun durumu “Duygu Körü”. Hareketleri yavaş. Acelesi yok. Zaten acele edeceği bir zamanı da yok. Dedik ya kör diye. Bi’ güneşin sarısı, bi’ gecenin siyahı. Arada bir dışarı çıkar. “Biraz hava alayım.” der. Sağlığını da pek önemser sanki bi’ uyusa ebediyen kalkmasa hiç sorun yokmuş gibi. Sevmesinden en çok hoşlandığı kediyi arar sokaklarda nerede bu diye. Ama şu unutulmasın, bir umutla değil, bütün bir umutsuzlukla arar o kediyi. Umutsuz olmasına rağmen niye arar, belki bir umut var ki arıyor diyebilirsiniz. Bilmiyoruz. Eskaza bulur bazen kedisini. Onda da kedi atlar kucağından, başkasına sevdirir kendini. Eskiden çocuktu. Aslında gayet de enerjili, hareketli ve renkleri görebilen bir çocuktu. Nerede ne zaman böyle oldu bilmiyoruz. Tüm enerjisi bitmiş. Demek ki buraya kadar yetecek enerjiyle gelmiş yeryüzüne garibim. E şimdi bir de bunun enerji hikayeleri var. Hep ruhsuz, monoton bir yaşamı olduğu için kötü enerjiyi çekiyormuş. Öyle demişti fincandaki lekelere bakıp bir şeyler anlatan abla. Ondanmış hep bu bahtsızlığı. Gerçi bahtı da şansı da gelse giremez içeri. Yalnız dedik ya.
Siz bakmayın böyle olduğuna. Tanısanız gerçekten çok seversiniz. Her gün bambaşka saatlerde uyanır. Genelde geceleri uyumaz, ancak geceleri sessizleşiyor sokaklar çünkü. Çalıştığı da bir yer var aslında. Öylece kendine yetebilmek adına üç beş kazanıyor. Haftada 3-4 gün gidiyor. Çok da bi’ para kazanmıyor. Ama zaten gideri de yok. Kira, faturalar, şanslıysa günde yiyebildiği tek öğün. Başka da bir gideri yok zaten. Kalan parasını da kitaplara veriyor. Sahaftan oradan buradan topluyor evine hep. Topluyor ama asla dağıtmıyor. Hiç dağınık değildir. Adeta bir asker gibi veya gördüğünde içini cennet bahçesinden akan şelalenin, narince yüzünü okşayan su damlalarının cehennem ateşine dönüşmesi gibi… Bütün gün düşünür. Yere gökten düşercesine uzanır, göklere doğru bakıp yerleri düşünür. Sonra eline gelen kitabı eline alır ve saatlerce okur. Ardından yine bir yere kendini atıp zihninin ücra köşelerine gezmeye iner. Yine bir süre sonra bir kitap alır ve onu okur. Canı her istediğinde de o soluk kırmızı dediğimiz elmasından yer. Gündelik hayatı böyle geçiyor.
İş günlerinden bir sabah, geceden kurmuş olduğu arka arkaya alarmlar ile uyanıyor. Yürüyen bir ruh gibi duş almaya, hazırlanmaya gidiyor. Her gün yeni bir bahtsızlıkla karşılaştığı gibi bugün de duşa girdiğinde sıcak su gelmiyor, diş fırçasından macun düşüyor, kıyafetleri yerlere saçılıp, özenle dizdiği kitapları devriliyor. Tüm bunlara alıştığı için beklenmedik bir tepki vermiyor artık. Zaten tepki verecek kadar ne mecali var ne de hevesi. Olan oluyor onun için. Artık başına gelen şeyleri iyi veya kötü olarak algılayamıyor. Duygu körü dedik ya. Onun için bir şey olmuştur, ne iyi ne kötü, sadece olmuş. Hazırlığının ardından kulaklığını takıp işe gitmek için yola koyuldu. Otobüs durağına geldi ve insanlardan mümkün olduğu kadar uzak bir yere oturdu. Zihninin İstanbul trafiği gibi tıkanmış, yavaş yavaş akan ve kavga gürültüden oluşan yollarında gezinmeye başladı otobüsünü beklerken. Zaten rutin bu onun için. Farkında olmasa da bugün rutinlerinin dışında bir şey yaşayacaktı. Bir anda hem tüm renkleri görebilecek, hem de görebildiği renklerden mahrum kalabilecekti. Şansa kalmıştı işi.
Yere doğru bakıyordu. Kulağında müzik çalıyor, gözleri taşlarda gezinirken aklında da göklere bakıyordu. Birden bir çift siyah bot yanaştı görüş açısına. Çok geçmeden de bir ses. “Pardon”. Pardon sesi geldi ama duymadı kulağına akan müzikten. Kulaklığını çıkartırken kafasını da yavaşça kaldırdı ve o anda zamanı hissetti. Evet, saatle, vakitle, zamanla işi yoktu ama o an onun için zaman durmuştu. Birkaç saniye önce gördüğü hayatının akışı gibi gri taşlardan, birdenbire hiç görmediği renkleri görebilir olmuştu. Karşısında kumral uzun saçlı, orta kilolarda, kahverengi gözlü, buğday tenli bir kız vardı. Kız bir adres soruyor gibiydi. Ama onu anlayamıyordu, anlıyordu aslında ama ne cevap vereceğini, ağzını nasıl açacağını, nasıl diyalog kurabileceğini unutmuş gibiydi. Belki hiç konuşmuyor, yalnız olmasındandı, belki de aşık. Zihninin içindeki yollarda tıkanmış kalmış olan trafik birdenbire yok olmuştu. Böyle bir şeydi aşk onun için fakat bir sorun vardı. Daha önce hiç aşık olmamıştı. İlk defa böyle bir duygu yaşıyordu ve bu duyguya anlam veremedi, beyni durdu birden tecrübesi olmadığı bir durum yaşayınca. Kız da anlamadı ne olduğunu, yanlış bir şey dediğini falan sandı. Ardından vicdanı kalmamış, gözü dönmüş ve cani bir avcının masum bir tavşana ateş edişi gibi, bir kapının rüzgardan vurdumduymaz bir şekilde çarpışı, güneşin en güzel olduğu saatte batışı gibi bir gülüş bıraktı yüzüne ve gitti.
Öylece donup kaldı. Sanki ilk defa kalıyor ya böyle. Ama bu farklıydı. Nasıl anlatsam… İçinde Ying-Yang’ı andıran bir şey vardı. Bir yandan kasırgalı, yağmurlu ve fırtınalı, bir yandan kış güneşi gibi dingin ve huzurlu, bir yandan ateşin içine aldığı her şeyi canice yakışı, bir yandan da tertemiz nehire kapılmış bir sonbahar yaprağı. Ne olduğunu gerçekten anlayamadı. Zihin kıvrımlarında çıktığı yolculuk ile uzun bir süredir donup kalmışken otobüsü geldi. Adeta yürüyen bir ölü gibi bindi ve işine gitti.
İşi bittikten sonra hızla toparlanıp eve doğru yola koyuldu. Bütün gün beyni hem çok hızlı çalışıyor gibiydi, hem de durmuş gibi. İlk defaydı bu, ilk görüşte ilk aşk. Otobüsten inince evden önce hep gittiği ve cebindeki parasının yettiği kadar kitap alabildiği sahafa doğru ilerledi. Sahafa girince hızlı ve heyecanlı bir şekilde bu hissettiği durumu tanımlayabilecek, anlatabilecek bir kitap aradı dakikalarca. Birkaç kitabı aldı eline. Ayrıca çok uzun zamandan sonra heyecan hissetmişti. Bayılacaktı sanki. Bedenine hiç tanımadığı, belki de yıllar yıllar önce tanıştığı ama uzun zamandır görüşmediği duygular ziyarete gelmişti. Kitapları alıp hızlıca evin yolunu tuttu. Eve hızlıca girip, eşyaları etrafa savurup kendini yatağa bıraktı ve yine düşünce yolculuğuna başladı.
Bir hafta geçti o felaketin başlangıcının üstünden. Öyle diyordu en azından kendisi. Felaket diyordu. Ne mi yaptı bir hafta boyunca? Uyandı. Kendini dışarı çıkarken buldu. Dışarıya çıkmaktan, insan içine girmekten veya en azından herhangi bir insan görmekten kaçınan çocuk, bir haftadır uyandığı gibi kendini dışarı atıyor ve saatlerce durakta onu bekliyordu. Ona benzetiyor, bir sürü insanın peşinden koşup, onun o olmadığını anlayıp insanlardan özür diliyordu. Evet, yanlışlıkla rahatsız ettiği insanlar da ona benziyordu, zaten benzediği için o sanıyordu ya. Ama ne yazık ki o değildi. Onun gibi olabilirlerdi ama o değildiler. Duysak inanmayacağımız da birçok şey yaşandı bu süreçte. Az önce dediğimde fark etmişsinizdir belki. İnsanlardan özür diledi. İnsanlarla iletişime geçti. İnsanların içinde, hatta bir otobüs durağında, bir sürü insanın içinde durdu, konuştu, diyaloga girdi. Kendine inanamıyordu. Bunu yapmasını sağlayan bir güç gelmişti içine sanki. Birden o gelmiş, yüzüne gülmüş ve böylece bizimkinin içine kışın aciz karınları doyurabilmek için yazın tüm masumluğuyla toprağa giren buğday tanesi gibi bir şey ekilmişti.
Bir haftadır böyle yaşamaya başlamıştı. Hayatı hem tüm anlamını kazanır gibiydi hem de tüm anlamını sonsuz ve gizemli bir anlamsızlığa bırakışı gibiydi. Hem tüm renkleri en doygun bir şekilde görür gibiydi, hem de siyah ve beyazı dahi göremeyecek kadar soluk idi. Tüm sesler hem bebekken kulağa fısıldanan narin bir ezgi gibi, hem de kulağını yırtmaya çalışan bıçak dalgaları gibiydi.
Yine bir gün uykudan uyandığının farkına vardı ve hayat sınavına geç kalmış gibi fırlayarak kendini dışarı attı. Durağa doğru yürürken nefes almakta zorlandığını farketmiyordu. O’nu görebilme ihtimalini düşünmesinden başka hiçbir uzvunu kendi kontrol etmiyor gibiydi. Ayakları kendi kendine yürüyor, gözleri öylece bakıyordu, görmüyordu. Durağa geldi. İşte şimdi kendini düşüncelerden alıkoyup etrafa bakmaya, onu aramaya başladı. Fakat biraz karartılı, dalgalı görüyor gibiydi. Yine renkleri göremeyişi gibi absürt semptomlardan sandı. Yine ne olduğunu anlamadan etrafa bakarken onu görür gibi oldu. Heyecanlandı. Terlemeye başladı. Gözlerini kısarak ona odaklanmaya, ona doğru yürümeye çalıştı. Doğru kişiyi bulduğundan emin oluyor gibiydi ama ayaklarına kum torbaları bağlanmış, gözlerine demir atılmış gibiydi. Nefesi yavaşladı, vücudu sıcaklamaya, elleri yerçekimine teslim olmaya başladı. En sonunda ona doğru gitmeye çalışırken, onu bulmuşken hayalleri ile birlikte yere yığıldı.
Gözlerini açtığında hastanedeydi. Kolunda bir serum vardı. Uyandığını gören hemşireler doktora haber verdi. Biraz daha sakinlemişti. Dingin hissediyordu kendini. Yine uzun zamandır tatmadığı bir duyguydu bu da. Aynı zamanda vücudunda ağrıları da vardı. Doktor yanına geldi ve neler olduğu hakkında birkaç soru sordu. Dinginliğin rehaveti ile iletişime girmek istemedi doktorla fakat ağrılarının dürtmesiyle istemese de iletişime girmeyi tercih etti. Kısa bir diyalogun ardından doktor tanıyı koymuş gibiydi. Kendisine birkaç gündür yemek yemediğinden ve genel ruh hali sebebiyle vücuduna verdiği hasardan bahsetti. Toparlanması ve bir daha bu denli bir hasara yol açılmaması için klasik birkaç ilaç ve bir psikiyatr eşliğinde antidepresan verildi.
Aradan birkaç gün geçti. Geçen günlere göre daha iyi hissediyordu. Antidepresanını ve diğer ilaçlarını da istemeye istemeye kullanmaya başlamıştı. Diğer ilaçlara alışkındı da, antidepresan deneyimi ilk defaydı. Zaten duygu körü olan biri, daha da duygularını yok edecek bir ilaca maruz kalmıştı. Tabi böyle bir durumdan, duygularının daha önceden beri olmamış olmasından bihaberdi. Hem etki hem yan etki yapmıştı ilaç kısa süre içinde. Hiç duygusu olmayan bir adam duygu varlığını da yeryüzünden silecek bir ilaç içince bunalımlara, krizlere girmeye başlamıştı. Ama ne krizde olduğunu farkediyordu ne de bir şey hissediyordu. Yine ne olduğunu anlamadan dışarıya attı kendini. Onu görmek istedi. En son görmüştü. Hayal gibiydi ama görmüştü emindi. Gözleri tek bir noktaya dikilmiş, fal taşı gibi açılmış şekilde hızla yürüyordu durağa doğru.
Karşıdan benzetti onu. Evet oydu. Sonunda ona ulaşabilmişti. Yüzü gülüyordu. Duygu varlığından yoksundu ama onun gülüşünü görünce kalbinden bir filiz yeşerdi sanki. Nasıl bir şeydi o… Uykusunu almış bir kedi, doğaya teslim bir şelale, kış ayında güneşin narin ışığıyla ısınan bir dal, bir kışa daha merhaba diyebilmiş bir zeytin tanesi… Anlatılamazdı zaten. Ama… Ama yanında biri vardı. Ne oluyor? Ona gülüyor. Onunla gülüşüyor. Hayır. Birbirlerine sımsıkı sarılıp, birbirlerini öptüler. Dudaktan dudağa adeta ruhlarını birbirlerine emanet edercesine…
Hızla eve döndü. Verilen bütün ilaçları masaya döktü. Bir bardak su aldı. Her şeyi avuçlayıp suyu kafasına dikti. Kendini yere bıraktı.
Evrenin başlangıcına benzeyen düşünce savaşının haricinde kalbinde duyguları hissetti. İlk defa gerçek duyguları gerçek bir şekilde hissediyordu. Şaşırdı. İnanamadı. Ağır ağır gözlerini birleştirdi.
Son bir kez derin nefes aldı. Nefesini bırakışıyla hayal yollarının peşine düştü. Geceydi, simsiyah gibi gece.
Görmedik bir kötülüğünü. Sana bana dokunan bir hareketi olmadı evet. Peki ya kendine yaptığı kötülük? İnsan kendisine kötülük yaptığında da kötü birisi olmaz mı? Sadece başkalarına zarar verdiğinde mi kötü olursun? Bu durumda sırf başkası kötü dedi diye mi kötü bilirsin kendini. Böyle kendine zarar veriyorken, kendine kötülük ediyorken sırf sana kötü diyen olmadığı için mi iyisin? Kendine kadar iyi, kendine kadar mı kötüsün? İyiyi kötüyü kim çıkarmış ki zaten. Büyük büyük insan ahlakını denetleme kurulu mu kurulmuş bizden habersiz. Ahlaka mı bağlıymış iyi ve kötülük. Vicdan mı hakimiymiş bu duruşmanın. Bir kötülüğünü görmedik diye mi iyi ettik insanları. Senden duygularını çalan mı suçlu yoksa hissettiğin için sen mi? Senin duygularına art arda bıçaklar saplayan mı kötü, yoksa hissettiğin için suçlu olan sen mi? Peki ya hissetmemek? Sen daha kendini bilmezken elinden hisleri aldılar diye sen mi suçlu oldun hislerin yok diye? Geri getiremedin diye sen mi suçlusun yoksa götürdüler diye onlar mı? Yoksa onların götürme gayelerine yenik düştüğün için yine sen mi?
Belki de iki ruh vardır insanın içinde. İyi ruh ile kötü ruh. Bazen kötü ruhunu ortaya çıkarmamak için susuyorsun, duruyorsun. Kendine kadar yaşıyorsun hayatı. Yetmiyor bazen içindeki tanrı parçacığı herkesle ruhunu paylaşmaya. Kendi mezarına sığacak kadar yaşamak istiyorsun. Yine olmuyor. Yine bir şekilde kötü belliyorlar seni. Belki de olması gereken budur. Tanrı parçası kötüdür. İnsan özünde kötüdür. Bilmiyorum yani. İnsan itmek istiyor. İtmek için de aynı kutupta olman lazım. Mıknatıs gibi. Kötüysen kötüye çekeceksin karşındakini. Ancak öylece itebilirsin.
Mutluluk hayaldir. Geçicidir. Hevestir. Zaman gibi bir şeydir. Ne elinde ne içinde tutabilirsin onu. Özünde mutlu değildir insan. Mutsuzluğa düşmeme direnişidir yaşam. Nereye bakarsan bak özünde göreceksin. İnsanın normali mutlu değildir. Mutlu olmak için direnir bir şeylere. Başkaldırıdır yaşam. Hiçten gelip hiçe gitme hikayesinin tek kişilik anarşist öyküsüdür. Öyle olmasa ölür müydün istemediğin zamanda. Yaşam kokan o yemyeşil yaprağa sorsan hep orada kalmak ister. Yılların özeniyle büyümüş, istikrarla dallarını açmış o ağacın dalında kalmak ister hep yani. İşte o zaman da onun direnişi başlar. Ölmek için doğan yaprak, doğumundan itibaren ölmemeye direnir. Tanrının yazgısına, doğanın kudretine, yaşamın kaidesine bir baş kaldırır.
Amacı nedir insanın onu da bilmiyoruz. Şimdiki dünyanda müdür olmak gibi amaçların olabilir. Geç bunları artık. Nihai amacın nedir burada. İnsanlığa bir şeyler katmak mı? Dünyaya güzel bir iz bırakabilmek mi? Yaşamış olduğunun kanıtını sonraki nesillere bırakmak mı? Nihai amacın hayatını açıklar. Ve nihai amacını çözemezsin. Zira senin içinde bulunduğun vücutla, senin düşündüğün gayeler aynı değil. Senin vücudunun amacı birkaç görevi yerine getirip sonrasında toprağa, doğaya karışmak. Senin düşündüğün amaçla nasıl farklı olabilir bu? İnsan, bedenine karşı çıkabilir mi yahu?
E bir yandan da karşı çıkabiliyor. Nasıl ki insanın özü mutsuzluk ve kötülükse ve insan buna rağmen eylemleriyle bunu geçici de olsa, zorla da olsa mutluluğa ve iyiliğe çevirebiliyorsa, o zaman bedeninin amacına da karşı çıkamaz mı? En azından bir süre?
Yalnız bir adam. Hayır öyle sıradan, herkesin “ben çok yalnızım” dediği türden değil. Harbi yalnız. Çok okumuş çok araştırmış. Kimsesi kalmamış. Aksi, inatçı ve huysuz fakat bir yandan da cana yakın, samimi ve içten bir kişiliği var. Yapısından dolayı iletişimden, kişilerden, insanlıktan kaçan biri. Durum böyle olunca kimse yaklaşmamış. Yaklaşsa da duramamış yanında. Bu da durumun böyle oluşunu kabullenmiş artık. Zaten kaçınıyor girmiyor iletişime. Kabullenmiş o yüzden, anlamış artık yalnız olduğunu. Ruhu giyimine de yansımış. Eskiden kendinin farkında değilken renkli renkli, çeşit çeşit kıyafetler giydirilmiş ona. Artık siyah. Yabancı da değil siyah. Her gece baş başa kalıyorlar, uzun zamandır beraberler zaten. En yakın dostu olmuş gibi ama dost da olmuyor siyah. Yanında duruyor onun siyah ama hiç yanaşmıyor ona, tıpkı kendisi gibi. Siyah giyiniyor o yüzden. Renk diye bir kavram yok onun aklında. Belki gece ışığında yüzüne yansıyan kitap sarısı, belki de yemekten tek zevk aldığı elmanın soluk kırmızısı. Zaten onları da ne sayfadan ne elmadan biliyor. Sarıyı bedeninden, kırmızıyı kanından. Renk körü gibi bir şey. Ama bunun durumu “Duygu Körü”. Hareketleri yavaş. Acelesi yok. Zaten acele edeceği bir zamanı da yok. Dedik ya kör diye. Bi’ güneşin sarısı, bi’ gecenin siyahı. Arada bir dışarı çıkar. “Biraz hava alayım.” der. Sağlığını da pek önemser sanki bi’ uyusa ebediyen kalkmasa hiç sorun yokmuş gibi. Sevmesinden en çok hoşlandığı kediyi arar sokaklarda nerede bu diye. Ama şu unutulmasın, bir umutla değil, bütün bir umutsuzlukla arar o kediyi. Umutsuz olmasına rağmen niye arar, belki bir umut var ki arıyor diyebilirsiniz. Bilmiyoruz. Eskaza bulur bazen kedisini. Onda da kedi atlar kucağından, başkasına sevdirir kendini. Eskiden çocuktu. Aslında gayet de enerjili, hareketli ve renkleri görebilen bir çocuktu. Nerede ne zaman böyle oldu bilmiyoruz. Tüm enerjisi bitmiş. Demek ki buraya kadar yetecek enerjiyle gelmiş yeryüzüne garibim. E şimdi bir de bunun enerji hikayeleri var. Hep ruhsuz, monoton bir yaşamı olduğu için kötü enerjiyi çekiyormuş. Öyle demişti fincandaki lekelere bakıp bir şeyler anlatan abla. Ondanmış hep bu bahtsızlığı. Gerçi bahtı da şansı da gelse giremez içeri. Yalnız dedik ya.
Siz bakmayın böyle olduğuna. Tanısanız gerçekten çok seversiniz. Her gün bambaşka saatlerde uyanır. Genelde geceleri uyumaz, ancak geceleri sessizleşiyor sokaklar çünkü. Çalıştığı da bir yer var aslında. Öylece kendine yetebilmek adına üç beş kazanıyor. Haftada 3-4 gün gidiyor. Çok da bi’ para kazanmıyor. Ama zaten gideri de yok. Kira, faturalar, şanslıysa günde yiyebildiği tek öğün. Başka da bir gideri yok zaten. Kalan parasını da kitaplara veriyor. Sahaftan oradan buradan topluyor evine hep. Topluyor ama asla dağıtmıyor. Hiç dağınık değildir. Adeta bir asker gibi veya gördüğünde içini cennet bahçesinden akan şelalenin, narince yüzünü okşayan su damlalarının cehennem ateşine dönüşmesi gibi… Bütün gün düşünür. Yere gökten düşercesine uzanır, göklere doğru bakıp yerleri düşünür. Sonra eline gelen kitabı eline alır ve saatlerce okur. Ardından yine bir yere kendini atıp zihninin ücra köşelerine gezmeye iner. Yine bir süre sonra bir kitap alır ve onu okur. Canı her istediğinde de o soluk kırmızı dediğimiz elmasından yer. Gündelik hayatı böyle geçiyor.
İş günlerinden bir sabah, geceden kurmuş olduğu arka arkaya alarmlar ile uyanıyor. Yürüyen bir ruh gibi duş almaya, hazırlanmaya gidiyor. Her gün yeni bir bahtsızlıkla karşılaştığı gibi bugün de duşa girdiğinde sıcak su gelmiyor, diş fırçasından macun düşüyor, kıyafetleri yerlere saçılıp, özenle dizdiği kitapları devriliyor. Tüm bunlara alıştığı için beklenmedik bir tepki vermiyor artık. Zaten tepki verecek kadar ne mecali var ne de hevesi. Olan oluyor onun için. Artık başına gelen şeyleri iyi veya kötü olarak algılayamıyor. Duygu körü dedik ya. Onun için bir şey olmuştur, ne iyi ne kötü, sadece olmuş. Hazırlığının ardından kulaklığını takıp işe gitmek için yola koyuldu. Otobüs durağına geldi ve insanlardan mümkün olduğu kadar uzak bir yere oturdu. Zihninin İstanbul trafiği gibi tıkanmış, yavaş yavaş akan ve kavga gürültüden oluşan yollarında gezinmeye başladı otobüsünü beklerken. Zaten rutin bu onun için. Farkında olmasa da bugün rutinlerinin dışında bir şey yaşayacaktı. Bir anda hem tüm renkleri görebilecek, hem de görebildiği renklerden mahrum kalabilecekti. Şansa kalmıştı işi.
Yere doğru bakıyordu. Kulağında müzik çalıyor, gözleri taşlarda gezinirken aklında da göklere bakıyordu. Birden bir çift siyah bot yanaştı görüş açısına. Çok geçmeden de bir ses. “Pardon”. Pardon sesi geldi ama duymadı kulağına akan müzikten. Kulaklığını çıkartırken kafasını da yavaşça kaldırdı ve o anda zamanı hissetti. Evet, saatle, vakitle, zamanla işi yoktu ama o an onun için zaman durmuştu. Birkaç saniye önce gördüğü hayatının akışı gibi gri taşlardan, birdenbire hiç görmediği renkleri görebilir olmuştu. Karşısında kumral uzun saçlı, orta kilolarda, kahverengi gözlü, buğday tenli bir kız vardı. Kız bir adres soruyor gibiydi. Ama onu anlayamıyordu, anlıyordu aslında ama ne cevap vereceğini, ağzını nasıl açacağını, nasıl diyalog kurabileceğini unutmuş gibiydi. Belki hiç konuşmuyor, yalnız olmasındandı, belki de aşık. Zihninin içindeki yollarda tıkanmış kalmış olan trafik birdenbire yok olmuştu. Böyle bir şeydi aşk onun için fakat bir sorun vardı. Daha önce hiç aşık olmamıştı. İlk defa böyle bir duygu yaşıyordu ve bu duyguya anlam veremedi, beyni durdu birden tecrübesi olmadığı bir durum yaşayınca. Kız da anlamadı ne olduğunu, yanlış bir şey dediğini falan sandı. Ardından vicdanı kalmamış, gözü dönmüş ve cani bir avcının masum bir tavşana ateş edişi gibi, bir kapının rüzgardan vurdumduymaz bir şekilde çarpışı, güneşin en güzel olduğu saatte batışı gibi bir gülüş bıraktı yüzüne ve gitti.
Öylece donup kaldı. Sanki ilk defa kalıyor ya böyle. Ama bu farklıydı. Nasıl anlatsam… İçinde Ying-Yang’ı andıran bir şey vardı. Bir yandan kasırgalı, yağmurlu ve fırtınalı, bir yandan kış güneşi gibi dingin ve huzurlu, bir yandan ateşin içine aldığı her şeyi canice yakışı, bir yandan da tertemiz nehire kapılmış bir sonbahar yaprağı. Ne olduğunu gerçekten anlayamadı. Zihin kıvrımlarında çıktığı yolculuk ile uzun bir süredir donup kalmışken otobüsü geldi. Adeta yürüyen bir ölü gibi bindi ve işine gitti.
İşi bittikten sonra hızla toparlanıp eve doğru yola koyuldu. Bütün gün beyni hem çok hızlı çalışıyor gibiydi, hem de durmuş gibi. İlk defaydı bu, ilk görüşte ilk aşk. Otobüsten inince evden önce hep gittiği ve cebindeki parasının yettiği kadar kitap alabildiği sahafa doğru ilerledi. Sahafa girince hızlı ve heyecanlı bir şekilde bu hissettiği durumu tanımlayabilecek, anlatabilecek bir kitap aradı dakikalarca. Birkaç kitabı aldı eline. Ayrıca çok uzun zamandan sonra heyecan hissetmişti. Bayılacaktı sanki. Bedenine hiç tanımadığı, belki de yıllar yıllar önce tanıştığı ama uzun zamandır görüşmediği duygular ziyarete gelmişti. Kitapları alıp hızlıca evin yolunu tuttu. Eve hızlıca girip, eşyaları etrafa savurup kendini yatağa bıraktı ve yine düşünce yolculuğuna başladı.
Bir hafta geçti o felaketin başlangıcının üstünden. Öyle diyordu en azından kendisi. Felaket diyordu. Ne mi yaptı bir hafta boyunca? Uyandı. Kendini dışarı çıkarken buldu. Dışarıya çıkmaktan, insan içine girmekten veya en azından herhangi bir insan görmekten kaçınan çocuk, bir haftadır uyandığı gibi kendini dışarı atıyor ve saatlerce durakta onu bekliyordu. Ona benzetiyor, bir sürü insanın peşinden koşup, onun o olmadığını anlayıp insanlardan özür diliyordu. Evet, yanlışlıkla rahatsız ettiği insanlar da ona benziyordu, zaten benzediği için o sanıyordu ya. Ama ne yazık ki o değildi. Onun gibi olabilirlerdi ama o değildiler. Duysak inanmayacağımız da birçok şey yaşandı bu süreçte. Az önce dediğimde fark etmişsinizdir belki. İnsanlardan özür diledi. İnsanlarla iletişime geçti. İnsanların içinde, hatta bir otobüs durağında, bir sürü insanın içinde durdu, konuştu, diyaloga girdi. Kendine inanamıyordu. Bunu yapmasını sağlayan bir güç gelmişti içine sanki. Birden o gelmiş, yüzüne gülmüş ve böylece bizimkinin içine kışın aciz karınları doyurabilmek için yazın tüm masumluğuyla toprağa giren buğday tanesi gibi bir şey ekilmişti.
Bir haftadır böyle yaşamaya başlamıştı. Hayatı hem tüm anlamını kazanır gibiydi hem de tüm anlamını sonsuz ve gizemli bir anlamsızlığa bırakışı gibiydi. Hem tüm renkleri en doygun bir şekilde görür gibiydi, hem de siyah ve beyazı dahi göremeyecek kadar soluk idi. Tüm sesler hem bebekken kulağa fısıldanan narin bir ezgi gibi, hem de kulağını yırtmaya çalışan bıçak dalgaları gibiydi.
Yine bir gün uykudan uyandığının farkına vardı ve hayat sınavına geç kalmış gibi fırlayarak kendini dışarı attı. Durağa doğru yürürken nefes almakta zorlandığını farketmiyordu. O’nu görebilme ihtimalini düşünmesinden başka hiçbir uzvunu kendi kontrol etmiyor gibiydi. Ayakları kendi kendine yürüyor, gözleri öylece bakıyordu, görmüyordu. Durağa geldi. İşte şimdi kendini düşüncelerden alıkoyup etrafa bakmaya, onu aramaya başladı. Fakat biraz karartılı, dalgalı görüyor gibiydi. Yine renkleri göremeyişi gibi absürt semptomlardan sandı. Yine ne olduğunu anlamadan etrafa bakarken onu görür gibi oldu. Heyecanlandı. Terlemeye başladı. Gözlerini kısarak ona odaklanmaya, ona doğru yürümeye çalıştı. Doğru kişiyi bulduğundan emin oluyor gibiydi ama ayaklarına kum torbaları bağlanmış, gözlerine demir atılmış gibiydi. Nefesi yavaşladı, vücudu sıcaklamaya, elleri yerçekimine teslim olmaya başladı. En sonunda ona doğru gitmeye çalışırken, onu bulmuşken hayalleri ile birlikte yere yığıldı.
Gözlerini açtığında hastanedeydi. Kolunda bir serum vardı. Uyandığını gören hemşireler doktora haber verdi. Biraz daha sakinlemişti. Dingin hissediyordu kendini. Yine uzun zamandır tatmadığı bir duyguydu bu da. Aynı zamanda vücudunda ağrıları da vardı. Doktor yanına geldi ve neler olduğu hakkında birkaç soru sordu. Dinginliğin rehaveti ile iletişime girmek istemedi doktorla fakat ağrılarının dürtmesiyle istemese de iletişime girmeyi tercih etti. Kısa bir diyalogun ardından doktor tanıyı koymuş gibiydi. Kendisine birkaç gündür yemek yemediğinden ve genel ruh hali sebebiyle vücuduna verdiği hasardan bahsetti. Toparlanması ve bir daha bu denli bir hasara yol açılmaması için klasik birkaç ilaç ve bir psikiyatr eşliğinde antidepresan verildi.
Aradan birkaç gün geçti. Geçen günlere göre daha iyi hissediyordu. Antidepresanını ve diğer ilaçlarını da istemeye istemeye kullanmaya başlamıştı. Diğer ilaçlara alışkındı da, antidepresan deneyimi ilk defaydı. Zaten duygu körü olan biri, daha da duygularını yok edecek bir ilaca maruz kalmıştı. Tabi böyle bir durumdan, duygularının daha önceden beri olmamış olmasından bihaberdi. Hem etki hem yan etki yapmıştı ilaç kısa süre içinde. Hiç duygusu olmayan bir adam duygu varlığını da yeryüzünden silecek bir ilaç içince bunalımlara, krizlere girmeye başlamıştı. Ama ne krizde olduğunu farkediyordu ne de bir şey hissediyordu. Yine ne olduğunu anlamadan dışarıya attı kendini. Onu görmek istedi. En son görmüştü. Hayal gibiydi ama görmüştü emindi. Gözleri tek bir noktaya dikilmiş, fal taşı gibi açılmış şekilde hızla yürüyordu durağa doğru.
Karşıdan benzetti onu. Evet oydu. Sonunda ona ulaşabilmişti. Yüzü gülüyordu. Duygu varlığından yoksundu ama onun gülüşünü görünce kalbinden bir filiz yeşerdi sanki. Nasıl bir şeydi o… Uykusunu almış bir kedi, doğaya teslim bir şelale, kış ayında güneşin narin ışığıyla ısınan bir dal, bir kışa daha merhaba diyebilmiş bir zeytin tanesi… Anlatılamazdı zaten. Ama… Ama yanında biri vardı. Ne oluyor? Ona gülüyor. Onunla gülüşüyor. Hayır. Birbirlerine sımsıkı sarılıp, birbirlerini öptüler. Dudaktan dudağa adeta ruhlarını birbirlerine emanet edercesine…
Hızla eve döndü. Verilen bütün ilaçları masaya döktü. Bir bardak su aldı. Her şeyi avuçlayıp suyu kafasına dikti. Kendini yere bıraktı.
Evrenin başlangıcına benzeyen düşünce savaşının haricinde kalbinde duyguları hissetti. İlk defa gerçek duyguları gerçek bir şekilde hissediyordu. Şaşırdı. İnanamadı. Ağır ağır gözlerini birleştirdi.
Son bir kez derin nefes aldı. Nefesini bırakışıyla hayal yollarının peşine düştü. Geceydi, simsiyah gibi gece.
Görmedik bir kötülüğünü. Sana bana dokunan bir hareketi olmadı evet. Peki ya kendine yaptığı kötülük? İnsan kendisine kötülük yaptığında da kötü birisi olmaz mı? Sadece başkalarına zarar verdiğinde mi kötü olursun? Bu durumda sırf başkası kötü dedi diye mi kötü bilirsin kendini. Böyle kendine zarar veriyorken, kendine kötülük ediyorken sırf sana kötü diyen olmadığı için mi iyisin? Kendine kadar iyi, kendine kadar mı kötüsün? İyiyi kötüyü kim çıkarmış ki zaten. Büyük büyük insan ahlakını denetleme kurulu mu kurulmuş bizden habersiz. Ahlaka mı bağlıymış iyi ve kötülük. Vicdan mı hakimiymiş bu duruşmanın. Bir kötülüğünü görmedik diye mi iyi ettik insanları. Senden duygularını çalan mı suçlu yoksa hissettiğin için sen mi? Senin duygularına art arda bıçaklar saplayan mı kötü, yoksa hissettiğin için suçlu olan sen mi? Peki ya hissetmemek? Sen daha kendini bilmezken elinden hisleri aldılar diye sen mi suçlu oldun hislerin yok diye? Geri getiremedin diye sen mi suçlusun yoksa götürdüler diye onlar mı? Yoksa onların götürme gayelerine yenik düştüğün için yine sen mi?
Belki de iki ruh vardır insanın içinde. İyi ruh ile kötü ruh. Bazen kötü ruhunu ortaya çıkarmamak için susuyorsun, duruyorsun. Kendine kadar yaşıyorsun hayatı. Yetmiyor bazen içindeki tanrı parçacığı herkesle ruhunu paylaşmaya. Kendi mezarına sığacak kadar yaşamak istiyorsun. Yine olmuyor. Yine bir şekilde kötü belliyorlar seni. Belki de olması gereken budur. Tanrı parçası kötüdür. İnsan özünde kötüdür. Bilmiyorum yani. İnsan itmek istiyor. İtmek için de aynı kutupta olman lazım. Mıknatıs gibi. Kötüysen kötüye çekeceksin karşındakini. Ancak öylece itebilirsin.
Mutluluk hayaldir. Geçicidir. Hevestir. Zaman gibi bir şeydir. Ne elinde ne içinde tutabilirsin onu. Özünde mutlu değildir insan. Mutsuzluğa düşmeme direnişidir yaşam. Nereye bakarsan bak özünde göreceksin. İnsanın normali mutlu değildir. Mutlu olmak için direnir bir şeylere. Başkaldırıdır yaşam. Hiçten gelip hiçe gitme hikayesinin tek kişilik anarşist öyküsüdür. Öyle olmasa ölür müydün istemediğin zamanda. Yaşam kokan o yemyeşil yaprağa sorsan hep orada kalmak ister. Yılların özeniyle büyümüş, istikrarla dallarını açmış o ağacın dalında kalmak ister hep yani. İşte o zaman da onun direnişi başlar. Ölmek için doğan yaprak, doğumundan itibaren ölmemeye direnir. Tanrının yazgısına, doğanın kudretine, yaşamın kaidesine bir baş kaldırır.
Amacı nedir insanın onu da bilmiyoruz. Şimdiki dünyanda müdür olmak gibi amaçların olabilir. Geç bunları artık. Nihai amacın nedir burada. İnsanlığa bir şeyler katmak mı? Dünyaya güzel bir iz bırakabilmek mi? Yaşamış olduğunun kanıtını sonraki nesillere bırakmak mı? Nihai amacın hayatını açıklar. Ve nihai amacını çözemezsin. Zira senin içinde bulunduğun vücutla, senin düşündüğün gayeler aynı değil. Senin vücudunun amacı birkaç görevi yerine getirip sonrasında toprağa, doğaya karışmak. Senin düşündüğün amaçla nasıl farklı olabilir bu? İnsan, bedenine karşı çıkabilir mi yahu?
E bir yandan da karşı çıkabiliyor. Nasıl ki insanın özü mutsuzluk ve kötülükse ve insan buna rağmen eylemleriyle bunu geçici de olsa, zorla da olsa mutluluğa ve iyiliğe çevirebiliyorsa, o zaman bedeninin amacına da karşı çıkamaz mı? En azından bir süre?
Tanrı Kavramı ve Dinler Hakkında
İnançlı bir insanın esas olarak kendine tanrı hakkında sorması gereken soru şudur: Tanrı kadiri mutlak, sonsuz yetkinlik ve doygunlukta, beşeri özellikleri bulunmayan mutlak güç ve kudret sahibi bir varlık ise gerçekten insanları, evreni yaratmasındaki amaç ve bundan edineceği çıkarım nedir?
Olası bir tanrı-insan ilişkisi, tanrının insanı yarattığı ve tüm ilgi ve odağının insan üzerinde olacağı şekildeki fikri tamamen palavradır. Çünkü insan denilen tür, yüz binlerce yıldır süregelen bir doğal seçilim-evrim sürecinin zeka anlamında en başarılı çıkmış örneğidir. Yani özel olarak işlenmiş, yaratılmış bir varlık değildir. Dünya gezegeninin makul koşullarında başlayan canlılık hikayesinin ana karakteridir. Lakin asla tanrının gözde varlığı değildir. Çünkü uçsuz bucaksız evrenin içinde daha uygun koşullarda süren bir canlılık ortamı oluşmuş olabilir ve bu ortamda biz insanlar gibi başarılı bir şekilde soyunu sürdürmüş bir varlık bulunuyor olabilir. Bu varlık bizlerden çok çok daha gelişmiş fiziksel, ruhsal ve bunun gibi açılardan üstün özelliklere sahip olabilir. Bu durumda o varlık alemi de kendi din-tanrı kültürünü oluşturmuş ve kendi inandıkları tanrılarının tüm evreni onlar için yaratmış olduğuna inanabilir. Böylesine devasa bir evren ortamında bu örneklerden sayısız şekilde rastlanma şansı yüksektir. Bu konunun özüne gelecek olursak insan, kendisinin evrimleşmiş ve bu evrim sürecinde akıl ve zeka gücünü arttırarak bilinçli farkındalık kazanmış bir canlı türü olduğunu unutmayıp tanrı kavramını bir kez daha gözden geçirmelidir.
Tanrı konusuna devam etmeden önce din konusunu aradan çıkarıp tamamen kapatmak istiyorum. Çünkü günümüzde başta semavi dinler olmak üzere tüm din kitapları ne yazık ki insan eliyle yazılmış, ilahi bir yönü. bulunmayan, kusursuz olduğu iddia edilip kusurlar ile dolu olan, insanları dizginlemek, sürü psikolojisinin verimini sağlamak, hiyerarşik düzen oluşturmak, kast sistemini etik bir zemin üstüne kurmak, insan türünün yetersiz akıllarını zeka açısından elimine etmek, zevk doyumuna yaklaşmak, sözde ilahi bir otoriter rejim kurmak, hayvani iç güdüleri bastırmak, politik bir çark sistemi kurmak, ticari çıkar sağlamak, planlı krizler üretmek için yazılan kitaplardır. Kusursuz olduğu iddia edilen kitaplar, kendisinden önce yazılmış kitaplardan referans almakta, anlatılanları farklı bir dil ve üslupla yorumlamaktadır. Kitapları yazan kesimler arasında çıkan tartışmalar sebebiyle birbirinden farklı türevleri olan bu kitaplar yönetim gücünü ele almak isteyen ve o günün şartlarında madden güç sahibi olan insanlar tarafından zamanın edebi kişiliklerinden yardımlar alınarak yazılmıştır. Temel fizik yasalarını esas alarak tarihi araştırmalar sonucunda bu kitapların el yazması kitaplar olduğunu ve başta İsrailoğulları kavmi olmak üzere tüm toplumlarda insanlığı belirli bir düzen ve otorite altına baskılamak için ilahi bir gücün buyrukları bahanesi ile yazılmıştır. Dört büyük semavi din kitaplarına baktığımızda birbirlerine benzerliklerinin yanı sıra aynı zamanda bu kitaplar kendi içlerinde aynı kitaplar olmasına rağmen birçok farklılığa sahiptir. Aynı zamanda bu kitaplar yazılışlarından yüzlerce, hatta binlerce yıl yazılmış olan kitaplardan örneğin Enok, Annunaki gibi kavimlerin kitaplarından özgünlüğü bozacak, ilahi bir güçle yazılmış olduğunu yalanlayacak kadar referans ve kopya ile doludur. Kitapların kendi özelinde barındırdıkları çelişkili durumlar, her birinde tasvir edilen tanrı figürü, tanrının sözde buyrukları ve emirleri yüksek tutarsızlık ve mutlak bir gücün kullanabileceği dilden uzaklık içermektedir.
Sözün özünde dinleri tamamen reddediyorum. Tanrısal bir güç ve evrenin oluşum amacı hakkındaki ilişkiyi incelemeyi yeğliyorum. İnsanın tanrı kavramını, tanrıyı kanıtlamadan oluşturmuş olması tamamen içgüdüsel bir ihtiyaca dayandığının göstergesi olmaktadır. Ön beyne kadar gelişmiş ve idari benliğinin farkında olan bir canlının diğer canlılara kuracağı zekasal üstünlüğün yanında aynı zamanda bu zeka yüksekliği sebebi ile bazı sorunlarla karşılaşacaktır. İşte bu sorunlardan biridir tanrı arayışı. Bununla birlikte tıbbi alandaki psikolojik rahatsızlıklar da bu aklın oluşturduğu sorunlardan birisidir. Hayvanlarda genellikle fiziksel bir badire sonrasında yaşanıyor psikolojik rahatsızlıklar ve etki-tepki şeklinde bir savunma mekanizması geliştiriyor. Fakat insanların psikolojik rahatsızlıkları, hayvanlardan çok daha bir komplike halde.
Hiçliğine Merhaba De
Çıkmazların içinden bir gün daha. Bir gün daha demek bile mantıksız bu tekrarda. Her gün aynı, her gün kolpa. Bırakmak istedim kendimi sarmaşıklara. Ama üzülürüm arkamdan bakanlara, kalbinde duranlara, fütursuzca kızanlara. Yarının heyecanı dünden acıklı. İstediğim hayat hep biraz biraz karmaşıktı. Yine de çektim içime, istemediğim o acı. Çok şeyin farkındayım, duyguların karmaşasıyım. Oku büyük adam ol, ama düzen sana sorar sağ mı sol?
İşte böyle şöyle, bazen her zaman, yine sensin sevgimin azalan. Korku nefret, öfke gurbet, gönlünün derinlerine göm, sonra yine siktir et.
İstediğini alamazsın, korka korka yaşarsın. Unuttum sandığın her anda binbir takla atar yine hatırlarsın. Keşke der, göklere bakarsın. Lakin fayda etmez, bu kalbi bir daha bulamazsın. Gözlere bakarsın, dudaklarla yaşarsın. Akıp gider hayat sen bir an bile huzur bulamazsın. Hayata söver, bir kibrit yakarsın. Son sigaran olur farkına bile varamazsın.
O zaman sen, pişman olacaksın. Geçmişi hatırlayıp arkana bakacaksın. Güvendiğin tüm dağların teker teker yıkılışına şahit olacaksın. Gözlerinin önünde bir bir kayıp giden sevdiklerine bakıp dayanılamaz bir acı tadacaksın. Rüya sandığın tüm kabuslardan anbean damarlarınla kaçmaya çalışacaksın. Bir kediyi incitmenin, bir çiçeği koparmanın, bir çocuğu ağlatmanın mutlak cezası ile yargılanacaksın. Damarlarında kan değil, vahşetin akışını hissedeceksin. Tutunduğun tüm dallar, bastığın her toprak, aldığın her nefes, içtiğin her yudum, sevdiğin her adam, gördüğün tüm renkler, dokunduğun her çiçek, duyduğun her bir melodi, kokladığın her koku, acıttığın her çocuk, her kedi, her insan, işte nasıl düşman olunurmuş, o zaman anlayacaksın. O zaman her bir keman sesi, her bir yel esintisi, kayan her bir yıldız, düşen her bir damla, vuran her bir dalga, uçan her bir kuş, dökülen her bir yaprak… İşte o zaman sen…
Korkuyla, imtina ettiğin her bir parça duyguyla kaçacaksın sen. Arkana, ardına, azına, çoğuna, iyisine, kötüsüne bakmadan bakamadan kaçacaksın. Ürkek bir ceylan gibi gözündeki yaşlar dudaklarına değil kulaklarına varıncaya kadar kaçacaksın. O kadar kaçacaksın ki aştığın bütün yollar yok olup gitmiş olacak. Hiç kimse kalmayacak. Hiçbir çiçek, hiçbir kelebek yaşamayacak. İşte bunu anladığın vakit duracaksın birden. Terli, gözlerin yaşlı, titrek bir şekilde durup kalacaksın. Son nefesini verircesine kendini yere bırakacaksın.
İşte o zaman ben tutacağım kafanı yere vurma diye, ben tutacağım belini, rahatça süzül diye, ben tutacağım kalbini, güvende kalsın diye, ben tutacağım ismini, gözlerini, bakışlarını, ruhunu, benliğini, şefkatini. Ben orada her zaman seni bekliyordum zaten.
Kaybedeceksin kendini, zaten ben tuttum seni. Uyanmayacaksın yıllarca. Sen uyurken kıyamete bıraktığın dünyayı toparlayacağım ben. Soldurduğun çiçekleri yeşertip, kelebeklere hayat vericem. Yıktığın dağları yerine koyup, ürken tüm kedileri sevicem. Denizleri maviye boyayıp, bir sürü fidan dikicem. Leyleklere selam verip, dağılan her kum tanesini yerine koyucam. Sonra, sonra ise deniz kabuklarından bir kolye yapıp boynuna takıcam. Kuşlara seni uyandırmalarını söyleyip…
Gidicem.
Her şey bir rüyaymış gibi uyanıp hak ettiğin hayatı yaşayacaksın. Varlığım sende bir hiçlik olacak. Beni hiçbir zaman tanımamış olacaksın. Ama ben her gün bir kelebek olup senin parmağına konacağım, her gün yeniden tanıyacağım seni.
Son Son
Akıp gitmeyi öğrenmek gerekiyor. Zaten tezatlık direkt olarak burada başlıyor. Akıp gitmeyi öğrenmek diye bir durum yok. İnsan zaten akıp gitmeye kurulmuş bir çark. Asıl mevzu, akıp gidememeyi unutmak. Bazen bir şeyleri öğrenmek değil, bir şeyleri unutmak gerekiyor. Derince bir nefes çekmek içine, zevkle geri vermek mesela. Bir kahvenin kokusunda hayallere dalmak, ardından bir yudum alıp kahve haricinde her şeyin ama her şeyin tadına varmak. Memnun olmak gerekiyor. Naif bir asillik ile durmalı. Bazen de çekilen o kırmızı çizgilerden yay yapmak gerekli mesela. Her yeri kırmızı çizgilerle dolup taşan bir insanın defterinde hayallere ne kadar yer kalır o zaman. Düşünceleri de fark etmeli. Bu mühim yeteneği biraz durup irdelemek, düşünceler üstüne düşünmek, bazen de düşlemek. Hafif bir esintiye kendini bırakıp, sessizce nefes almak. Ağır ağır açılıp kapanan gözlerine giren o samimi güneş ışıklarını hissetmek. O sessiz huzurun titreşimini kulaklarında hissetmek. Süzülüyor olmanın o bilgin rahatlığından memnun olmalı. Riyakarlıktan sonsuzca uzaklaşıp, minnettar bir kalp ile kendini teslim etmeli.
Zor bunlar. İnsan artık her gün bir başlangıç, her saat bir son yaşıyor. Ne başlangıcın ne de sonun bir değeri kaldı. Değerin bile artık bir değeri yok. İlklerin alkışı ile sonların yaşları sırayla birbirini kovalıyor. Yavaş yaşayana öldü denip, hızlı yaşayana yaşıyor deniliyor. Günün sonunda yavaş yaşayan yaşarken, hızlı yaşayan artık özlemle anılıyor. Etiket olmak, hedef olmak, baş etmek, yorulmak, direnmek, savaşmak, kaçmak, ağlamak, çırpınmak, yetişmek, koşturmak, kaçışmak, boğulmak, daralmak, dağılmak, tepinmek, sövülmek, yıkılmak, kapanmak… Bunlar insanın ömründe deneyimlediği kavramlar değil. Bunlar, insanın bir günde deneyimlediği kavramlar. O bir gün ömre dahil değil mi? Artık yaşanıldığı sanılan hiçbir şey ömre dahil değil. Peki o zaman ömür ne, insan ömrüne ne diyeceğiz? İki kelime bir şeyler yazıp, yakıp, yatacağız. Artık insan yok. Artık bu son son.